Böyle de küçük su lagüncükleri oluşmuş. bunlarda yüzen birkaç kişi gördük. Çok imrendik ama geri çıkamayız diye girmedik.
Tag Archives: ne yenir
Atina Gezisi
Adres: Leoforos Chatzikiriakou 104, Piraeus
Naksos Adası
Naksos Kiklad’ların en büyüğü. En büyüğü olduğu için de yapılacak çok şey var. Tarihi yerlerini gezebilir, dağ köylerine çıkabilirsiniz bizim gibi ya da eğer seviyorsanız rüzgar sörfü ve kite surf için harika sahilleri var. Yapmasanız da gidip izleyebilirsiniz. Naksos, Yunan Adaları içinde kendi kendine yetebilen nadir adalardan. Su kaynakları var bu yüzden tarım ve hayvancılık mevcut. Ve yine bu sebepten güzel peynirleri var.
Burada vapurdan iner inmez ben bir köşede valizlerin başını bekledim eşim de gidip araç kiraladı. Nissan Micra ve 50 euro 🙂 Burada da merkezden 6 km uzaktaki Aya Anna isimli köye geçtik. Kalacak yer araştırması yaparken genç bir arkadaşın blogunda bahsettiği küçük ve temiz bir otel vardı, Artemis Hotel. Blogun ismini ne yazık ki şu an hatırlayamıyorum. Fiyatı da çok uygun olduğu için ,gecelik 45 euro, orayı tercih ettik. Hotel denize 2 dakika mesafede. Burada da deniz çok güzel ama fazla kalabalıktı. Sığ ve dibi kum ama tertemiz. Çocuklu bir aileyseniz rahat edersiniz.Daha çok Alman turistleri gördük diyebilirim.

O akşam üstü güneşi batırmak için Portara denen antik yapının oraya gittik. Portara kapı demek, bu antik mekandan geriye bu kapı çerçevesi kaldığı için böyle isimlendirmişler.

Mekan M.Ö 530 civarında tapınak olarak inşa edilmeye başlanmış fakat savaşlar yüzünden hiç bitirilememiş. Biz de çoğunluk gibi burada kayalara oturup romantizmin doruklarında güneşi batırdık.

O gece yemeğimizi adanın içine doğru bir meydandaki Fotis Greek Cuisine isimli yerde yedik. Hiç bilmeden girdiğimiz bu yerde yemekler fena değildi. Sonrasında da geceyi her yaz gecesinde olması gerektiği gibi dondurma ile sonlandırdık.

Ertesi gün hava kapalıydı biraz. Biz de dağ köylerini gezelim istedik.

İlk durağımız Halki köyü oldu. Sadece burada üretilen Kitron isimli likörü ile ünlü. Tahminimizin aksine likör, ağacın kavun büyüklüğündeki meyvelerinden değil de yapraklarından yapılıyor. Ağaçkavunu deniyormuş bu meyveye Türkçede. Minik üretim tesisini gezdik ve ekşi limon lezzetli bu içkinin tadına baktık. Daha ufak şişelerde satılsaydı mesela 10 cl gibi hediyelik olarak götürecektim.

Burada sokaklarda dolaşıp meydana limonata ile ferahladıktan sonra yolumuza Filoti köyüne doğru devam ettik. Filoti’nin en güzel özelliği köy meydanındaki muhteşem büyüklükteki ağaçlar ve onların altında oturma keyfi. Sıcak havada çok iyi geliyor.

Bir sonraki durağımız ise bir yamaca kurulu olan Apiranthos köyü oldu. Daracık sokakları ve mermer yolları ile insanı geçmişe götürüyor.


Açlığımızı Yunanca “horta” denen karışık ot haşlaması ve Naksos’a has peynirler ile bastırıyoruz. Yediğimiz mekanın adı Amorginos. Manzarası güzel özellikle balkonda oturursanız. Ana yemekleri tatmadığımız için fazla yorum yapamayacağım.



Sonrasında balıkçı köyü Moutsouna’ya devam ettik ama karnımız tok olduğu için orada sadece denize girdik. Ne yazık ki oranın fotoğrafını çekmemişim.

O gece yemeğimizi labirent gibi sokakların arasında yer alan Vasilis isimli mekanda yedik. Ben Ahtapot stifado yani güveç yedim. Eşim tavuklu bir şey yedi ama sanırım çok beğenmemişti, tuzlu gelmişti. Ahtapot da idare ederdi.



Ertesi gün daha çok Aya Prokopis’te takıldık. Burası da sığ ve dalgasız bir kumsal. Aya Anna’dan çok bir farkı yoktu. Adanın bu tarafa bakan plajları hep bu şekilde.


Akşam dönüşte resepsiyonda çalışan kızın tavsiye ettiği Axiotissa isimli restorana gittik. Sanırım akşam 7 civarı gittiğimiz için şanslıydık çünkü hep kalabalık olan bir yermiş. 9’a kadar yiyip kalkmak şartıyla oturabilirsiniz dediler. Bu restoranda birçok şey organikmiş.

Ortaya patlıcanlı börek söyledik, eşim tas kebabı gibi bir şey söyledi bense fırında keçi sipariş ettim.
Girit tatilimizde bir iyi keçi yemeği vardı, bir de kötü demeyelim ama kokulu keçi yemeği vardı 🙂

Bu yüzden biraz risk almıştım diyebilirim ama yemek çok harika çıktı. Etler tel tel kemiğin üzerinden dökülüyordu ve koyun keçi yemeklerindeki o bildiğiniz koku yoktu. Bayıla bayıla yedik. Türkiye’de böyle keçi pişiren yer varsa lütfen paylaşın yorumlarda. Yanında da bir Yunan birası içtim. Tinos adasında üretilen Nissos birası. Bol şerbetçi otlu tadıyla keçinin yağlı tadını çok güzel kesti ve her yudumda damağımı temizledi. Bulabilirseniz tadına bakın mutlaka.

Bu adada Portara dışındaki tarihi yerlere pek uğramadık ama benim aklımın kaldığı bir şey var. İkisi Melanes’te ve biri de Apollonas’ta olmak üzere iki köyün yakınlarında devasa üç heykel varmış. Kouros deniyormuş bunlara. M.Ö 6. Yüzyıla dayanan bir geçmişleri var ve tanrı Dionysos’u simgeledikleri düşünülüyormuş.

Ertesi sabah diğer adaya geçmeden önce arabayı teslim edip valizleri de kiralama şirketine emanet edip eski şehrin içinde gezintiye çıktık.

Şehrin labirent gibi bir yapısı var. Bunun sebebi eskiden sürekli gerçekleşen korsan saldırılarından kaleyi korumak istemeleri.

Bir şekilde biz de kendimizi nasıl olduğunu bilmeden kalenin içinde bir yerde bulduk. Ayrılmadan önce liman ve Portara manzarasının fotoğraflarını çektik.

Santorini Adası
Yine yavaş gemiyle Santorini’ye geçtik. Pek çoğunuz bu adanın ismini duymuştur. Denize bakan muhteşem sonsuzluk havuzu fotoğrafları ile aklımda yer eden bir ada oldu burası. Benim takıntım sonsuzluk havuzları, gerçekten çok seviyorum ama yüksek sezonda böyle havuzlu yerde kalmak bütçemizi inanılmaz aşıyordu ama bir şekilde havuz olmasa da harika manzaralı bir yerde kalmayı başardık.

Kaldığımız yerin adı Villa Lukas. Manzara muhteşem, yan odayla paylaşımlı olsa da harika bir verandası var. Odanın içi temiz, ufak bir mutfağımsı köşesi var. İçi verdiğiniz fiyata değmiyor ama manzara değiyor.

Burada kaldığımız her gün yan odada farklı bir Uzak doğulu kaldı. Sanırım çoğu Çinliydi. Otel sahibiyle konuştuğumuzda Çinlilerin her gün farklı bir otelde kaldığını ve buna anlam veremediğini söyledi. Yani Santorini içinde bile her gün farklı bir yerde kalıyorlarmış. Bu arada otel sahibi bir daha gelecek olursanız beni arayın booking.com’dan daha ucuz fiyat veririm diye bize söyledi. Belki kaldığımız yeri beğenen olur sizin aklınızda olsun.

Santorini de üç büyük köy var Fira, İmerovigli ve Oia. Santorini bir volkanın kraterinin çöküp içine su dolması ile oluştuğu için bu üç köy de kraterin iç tarafına yani caldera dedikleri yere bakıyor ve yine bu nedenle 3’ü de denize tepeden bakıyor.

Fira’nın aşağısında Cruise gemilerinin yanaştığı yer var. Oradan eşeklerle veya merdivenden kendiniz veya teleferikle yukarı Fira’ya çıkabilirsiniz.

Fira’dan sonra İmerovigli var. Bizim kaldığımız yer bu köydeydi. Burada ve Fira’da güneş denize batmıyor. Güneşin denize batışını görmeniz için Oia köyünün en sonuna yel değirmeninin oraya gitmeniz gerek. Biz gün batımını hep verandadan seyrettik. Oia dediğimiz yeri mavi kubbeli kiliselerin ve boy boy kilise çanlarının fotoğraflarından belki hatırlarsınız.

Santorini deniz açısından bizi memnun etmedi. Red Beach denilen yere gittik dalgalar çok büyüktü o yüzden denize giremedik. Başka plaj da aramadık çünkü ben biraz hasta gibiydim o gün. Akşam kaldığımız yerin dibindeki Avocado isimli mekanda yedik orta karardı diyebilirim.

Ertesi sabah Oia (iya diye okunuyor) gidelim dedik. Erkenden gitmemize rağmen temmuz sıcağında rüzgar girmeyen dar sokaklarda bana fenalıklar geldi. Saat 11.30 civarı cruise gemileriyle turistler de gelmeye başlayınca iyice çekilmez oldu. Kendimizi pansiyona zor attık.


Öğlen yemek için Anogi’ye gittik. İdare ederdi diyebilirim. Yemekteki en keyifli şey Yellow Donkey birasıydı. Ekmeksi malt aromasıyla çok doygun ve orta karar şebetçi otuyla güzel dengeli bir biraydı. Ne yazık ki Red Donkey’i Yellow kadar beğenmedim. Bira yorumları için başka bir sayfa açacağım galiba sitede 🙂

O gece akşam yemeği için Fira’daki Naoussa’ya gittik. Buradaki yemekleri pek beğenmedik. Salata filan idare ederdi ancak margarinle yapılmış patates püresi üzerinde tas kebabı gelince biraz midem bulandı. Burası biraz manzara satan bir yer tavsiye etmiyoruz.


Paros’a geçişimizin başı da biraz işkence gibi oldu çünkü feribot kalkış yeri inanılmaz sıcak. Ya güneşin altında bekleyeceksiniz ya da hınca hınç dolmuş kafelerde yer açılsın da oturayım diye bekleyeceksiniz. Üstüne bir de feribot geldiğinde güneşin alnında sıraya girip binmek için 30 dakika bekleyeceksiniz. Off anlatırken bile bayılacak gibi oldum.

Velhasıl Santorini manzarasıyla bizi büyüledi ama deniziyle etkileyemedi. Bir daha gitmeyiz diyeceğimiz adalardan biri oldu burası.
Folegandros Adası
Bu küçücük ve dağlık adaya akşam sekiz civarı vardık. Otel sahibi bizi arabayla aldı. Burada 3 gece konaklayacaktık ilk gece uygun fiyatlı bir yerde 2 gece de benim ilk görüşte aşık olduğum otelde. Ada o kadar küçük ki, 3 tane köyü var. Biri limanın olduğu yer Karavostasi, diğeri Hora yani merkez, diğeri de Ano Meria. Bunun dışında her yer dağ tepe. Hora bir uçurumun kenarına kurulmuş muhteşem bir manzaraya sahip.

Adaya su dışarıdan geliyor bu yüzden tasarruflu kullanın dediler. Ada dağlık olduğu için çok eski yıllarda ekim dikim yapabilmek için taraçalandırma yapmışlar. Hala o eski taraçaları görebiliyorsunuz. Rüzgar Çeşme’nin rüzgarı gibi kuzeyden deli deli esiyor.
İlk gecemizde küçük meydandaki Melissa Restoranda yedik.
Matsata ismi verilen aslında tavşanla yapılan erişteli bir yemekleri var çok meşhur. Zamanla varyasyonlarını da yapmışlar. Etli, tavşanlı tavuklu vb. Biz dana etli olanını tercih ettik. Lezzetliydi tavsiye ederiz.


Bir de karpuzania denilen karpuz tatlısı yedik. Fena değildi ama bir daha tadını arayacağımız gibi de değildi. O gece pansiyona gitmeden önce eşime dedim ki gel şu kalacağımız diğer otele uğrayalım odamızı soralım. Neden dedi, dedim belki rezervasyonda bir sıkıntı vardır. Boşver dedi yarın sabah görürüz durumumuzu. Gördük durumumuzu. 🙂
Olayı başa sarayım şimdi. Folegandros’ta çok güzel butik bir otel var adı Anemomilos Apartments. Anemo rüzgar milos ise değirmen demek. Buraya biz aşık olduk. İnternet sitesine girdim nereden rezervasyon yapıldığını bulamadım. Sonra google’a anemomilos reservation filan yazdım bir site çıktı ordan rezervasyon yaptım. Burası dışındaki tüm rezervasyonlar booking.com ile yapıldı. Şimdi otele giriş anımıza dönelim.
Biz elimizde rezervasyon mailimizle otele gittik. Adımızı söyledik. Kadın Türkçe konuşmaya başladı birden 🙂 ama dediği şey şuydu rezervasyonunuz yok. Nasıl yok ama elimizde kağıtlar var. İşte buyrun. Kadın yani Cornelia biz internetten rezervasyon almıyoruz telefonla alıyoruz dedi. Birisi sizi dolandırmış olabilir dedi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü ağlamaya başladım.
Eşim bankayı aradı aksi gibi tam otelin tutarı kadar bir para bloke edilmiş kartımızda. Ama şöyle bir durum da var, Santorini’deki otel ile burada kalışımızın tutarları aynı. Booking.com’u aradık, Cornelia Santorini’yi aradı bize yardımcı olabilmek için oradaki otelle konuştu.
Bu sırada da Cornelia bize kendisinden bahsetti. Burgazada’da yaşıyorlarmış eskiden. Annesini çağırdı, anane çok güzel türkçe konuşuyor ama benim beynim yanmış vaziyette ananeye ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Anane bizi kovdular dedi en çok o lafı içime oturdu. Kafam o kadar allak bullaktı ki neden kovdular diye bile soramadım.
Bu sırada resepsiyondaki kadının kızı sanırım adı Diana’ydı, telefonda bağıra çağıra yanımıza geldi, birileriyle deli gibi kavga ediyordu. Sonra olaylar birden çözüldü. Bizim bloke Santorini’deki otele aitti. Rezervasyon yaptığımız site ise gerçekten otele aitmiş ama daha yapım aşamasındaymış, otel sahipleri internete açmayın dediği halde açmışlar ve ben de onu bulup rezervasyon yapmayı başarmışım 🙂
Daha da güzeli şansımıza otelde yerleri varmış. Bu hengameden sonra odamıza yerleştik ve keyfini çıkardık. Hatta deli gibi fotoğraf çektik.

Biz havuz başında otururken Türk bir bey geldi. İsmini şimdi hatırlayamıyorum ama Emir veya Ersin diyesim geliyor. E ile başladığına emin gibiyim. 80’lerden beri bu adaya gelip tek başına trekking yaparmış. Artık bu ada bile bilinir oldu popülerleşmeye başladı dedi. Sanırım bozulmasından korkuyor. Haklı olabilir ama ulaşım olanakları sınırlı olduğu için bozulma yavaş olacaktır. Diğer adalardaki gibi havaalanı burada yok çünkü çok dağlık. Bu arada adada bizden başka bir de bebekli bir türk aile gördük. İyi cesaret dedim kendi içimden, küçük çocukla sağlık hizmetleri kısıtlı yere gelmek diye.


Adanın bence alameti farikası en yüksek yerine konuçlanmış olan Panagia kilisesi, yılankavi yolu ve bembeyaz duvarları ile her fotoğrafçının defalarca fotoğraflamak isteyeceği bir güzelliğe sahip.

Ben diğer sabah eşim istirahat ederken önce köyün içini dolaştım sonra da kiliseye giden yolu tırmandım ve manzarayı fotoğrafladım.



Akşam To Spitiko isimli mekanında yedik ama çok etkilenmedik. Ertesi sabah denize girmek için otobüse binip Agali plajına gittik. Agali Yunanca sarılmak demek yanılmıyorsam, bu isim de koyun şeklinden ötürü verilmiş. Bu adada araba kiralamak gereksiz çünkü gidilecek yerlere arabayla gidilmiyor bir şekilde yürümeniz gerek veya ufak deniz motorları ile gidiliyor. Belki ATV kiralarsanız olabilir.

Plajda gölgede oturduğumuz halde eşimi sıcak çarptı günümüz zehir oldu. Araba da olmadığı için bir sonraki otobüsü zor bekledik. Aslında hayalim Ersin Bey gibi trekking ile ufak küçük koylara gitmekti. Adada trekking için bir sürü patika yol var, bunları keşfetmek çok keyifli olacaktır. Sonra eşimle anlaştık vakit olunca bir daha geleceğiz bu adaya ve bol bol yürüyeceğiz.

Ertesi sabah nefis manzara karşısındaki nefis kahvaltıdan sonra Santorini’ye gitmek için limana hareket ettik.

Diana ve Cornelia’ya çok teşekkür ederim o kadar karışıklık oldu ama bize çok yardımcı oldular. Vaktiniz ve imkanınız varsa gidin kalın, özellikle değişik bir balayı oteli arıyorsanız tavsiye ederim. Bu tatilden bir yıl sonra Amerika’ya gittik ve orada tanıştığım Rum asılı ev sahibimizle konuşurken tatilimizi anlattım, çok küçük bir adada çok güzel bir otelde kaldık dedim meğer onlar eşiyle balayına bu otele gelmişler. Dünya küçük…

Barselona
Barselona için yine airbnb’den yer ayarlamıştım. Evimiz Gracia mahallesindeydi. Metro 2 dklık yürüme mesafesinde olduğu için birçok yere ulaşım rahat. Bu evi bulmamız maceralı oldu diyebilirim. Evin adresini navigasyona girdik ve sorunsuz bir şekilde evin olduğu sokağa vardık. Sitede evin merkezi olduğu yazıyordu ancak mahalle şehrin dışında, zenginlerin oturduğu 2 katlı evlerden oluşuyor gibiydi. Sokak boyunca 13 numaralı evi aradık ama tuhaftır ki sokakta 13 numara yoktu. Bu saçmalığın üzerine ev sahibimizi aradık ve durumu anlattık. Etrafımızda gördüğümüz şeyleri ve tabelaları okumamızı rica ettiklerinde aslında yanlış yerde olduğumuzu anladık. Aynı sokaktan 2 tane vardı ve biz yanlış olana gelmiştik. Saat 5’ti ve 6’da arabayı havalimanına bırakmak gerekecekti. Ne yapalım derken risk alıp ev sahibinin bize yeni verdiği sokak ismi ile navigasyon sayesinde buluşmayı başardık. Eve eşyaları çıkardığımızda 5 buçuk olmuştu bile. Beyler arabayı alıp havalimanına gittiler biz de yine evde takıldık.

Beylerin dönmesi 7 buçuğu buldu, hızla ilk yemeğimiz için kendimizi dışarı attık. İlk tercihimiz birkaç şubesi olan La Paradeta oldu. Burası bir deniz ürünleri restoranı. Girişte sizi ürünlerin durduğu bir tezgah karşılıyor. Burada yiyeceklerinizi seçiyor, bardan da içeceklerinizi aldıktan sonra ödemenizi yapıyorsunuz. Sonrasında size verilen sıra numarası anons edildikçe hazırlanmış olan yemeklerinizi teslim alıyorsunuz.


Biz 3 dakika boyunca tezgahın karşısında kitlendik kaldık, ne sipariş edeceğimizi bilemedik. 3 tarafı denizlerle çevrili ülkeden gelip de apışıp kalmak komik bir durum.


Sonunda 2şer karides, mini ahtopot, mini kalamar, bir ıstakoz, bir demet sülünez :)), salata ve şaraptan oluşan siparişimizi verdik. Şimdi keşke yengeç de yeseymişiz diyorum. Yabancı olduğumuz için sıra numaramızın ingilizce okunacağını söylediler ancak öyle bir şey olmadı fakat biz okunan numaralardan sayıları benzeterek tahmin edip doğru zamanlamayı tutturduk. 🙂

Tüm bu güzel şeylere 4 kişi 75 euro ödedik.Bir şişe de şarap içtik. Dördümüz de ilk kez ıstakoz yedik, gayet lezzetli bulduk. Mini kalamarı Kos’ta da yediğimden her ne kadar oradaki tadın biraz gerisinde kalsa da beğendim. Sülünez bizim burda balık yemidir, bizce balık yemi olarak kalsa da olur, aşırı bir lezzet bulamadık. Ancak sülünezin tezgahta dururken garson kadın dokunduğunda kabuğunun içine çekilişini hiç unutmayacağım.

Akşamları çok sıra oluyor, 7 buçuk gibi gelmeye çalışın. Birden fazla şubesi olduğu için internetten size yakın olanın adresine bakabilirsiniz gitmeden.
Yemek çıkışında La Sagrada Familia’ya uğradık, gece vakti hem güzel hem de ürkütücü gözüküyordu.

Sabah kahvaltısını yine marketten aldıklarımızla evimizde yaptık. Canı çay çeken Saygıncım bir paket english breakfast tea’yi de kapmış. Hepimiz her sabah birer bardak çay içtik sayesinde 🙂
İlk günümüzde Plaza Catalunya’ya gittik. Alışveriş yapacaksanız kıyafet vb. buralar adı duyulmuş mağazalarla dolu. Devasa bir El Corte Ingles var. Burası Boyner gibi bir mağaza. Adını uzun uzun söylemek yerine tüm tatil boyunca Boyner diye bahsettik kendisinden 🙂 Akşam yemeği için çook uzun uğraşlarla bulduğum bir yere gittik. Emre çok yorgun olduğundan mekan da biraz uzakta olduğundan gitmekte tereddüt ettik. Üstelik günlerden cuma olduğu için yer bulma ihtimalimiz de düşüktü.
Ama iyi ki gitmişiz çünkü hayatımda yediğim en güzel yemekleri orada yedim. Rezervasyon olmadığından15-20 dakika kadar bekledik, başka bir yere gitmeye de zaten gücümüz kalmamıştı. 🙂 Sonrasında bizi barda yan yana oturttular. Mekan küçük bu nedenle bar tipi yerleşim verimli olmuş.

Yemeğe ben soğuk çorba gazpacho ile başladım. Bardakta veya kasede alabiliyorsunuz. İnanılmaz lezzetli bir şey. Etrafı buzlarla kaplı bir küpün içinde duruyor normalde, siz isteyince oradan dolduruveriyorlar.

İkinci yemek patatas bravas oldu. Bu her tapasçıdan olan bir çeşit. Kızarmış patates üzerinde domatesli bir sos oluyor genelde. Burada farklı beyaz bir sosla servis edilmişti yanılmıyorsam mayonez ve sarımsak karışımı olan “aioli”. Hayatımda yediğim en güzel patatesti. Acısı falan yerinde çıtırlığı kararında… Üzerine pan con tomate geldi. Aslında bildiğiniz ekmek üstü domates sos gibi bir şey ama hem porsiyon boyutu hem de o domates tadı moda tabirle yıkılıyordu!

Üzerine karamelize soğanlı ahtapot geldi. O da gayet nefisti ama diğerleri 10’sa o 8 puan alırdı. Bu seyahatte hiç yemediğimiz şeyleri yeme çabamız olduğunda tavşan pirzola da söyledik, e tavşan küçük hayvan, doğal olarak kaburgaları da küçük, kibrit kalınlığındaki kemiklerin etrafını kemirdik diyebilirim. Tadı nasıldı derseniz daha aşağı sıralarda yer alır.

Sıradaki yemeğimiz kaz ciğeri, ilk duyduğu andan itibaren bunu merak eden Saygıncımın yüzü güldü sonunda. Bizim de güldü çünkü gerçekten beklemediğim kadar lezzetliydi. Aynı anda hem tatlı hem de tuzlu gibi, içi yumuşak dışı karamelize nefis bir tat.

Ben aslında “bomba” denilen köftelerinin de çok meşhur olduğunu duymuştum ancak içinde domuz eti olduğunu öğrenince ondan sipariş etmedik. Siz giderseniz deneyebilirsiniz.
Bu kadar harika yemeği yiyince Saygıncım garsonu çağırdı ve dedi ki; biz buradaki her şeyi çok beğendik bize “buradan şu yemeği yemeden gitme diyebileceğiniz bir şey var mı?” (tabii bir de bu cümlenin İngilizcesini hayal edin. :))

Bunun üzerine soya soslu ton balığı ve kuru fasulyeli kalamar geldi. (evet kurufasulye). Özellikle ton balığı kusursuzdu, çiğ balık olmasına rağmen…

Kurufasulye ile kalamar da gayet uyumluydu onu da beğendik ama ton balığını geçemez.
Tatlı faslını da geniş tuttuk ve çeşit çeşit şey söyledik. Mekanın belki de en güzel yönü bizi kazıklamaya uğraşmaması oldu. Tatlı sipariş ederken Saygıncım biraz coşunca adam bu çok fazla deyip yanaklarını şişirip şişko olursun gibilerinden bir hareket yaptı. Başka yerlerde sizi yiyebileceğinizden fazlasını söylediğinizde uyarmazlar.

Tatlılardan en akılda kalanı Crema Catalana oldu. Krem bruleye benziyor diyebilirim.

Diğerleri çeşitli küçük kekler, trüf çikolata ve Tap de Cadaqués denilen kahveli romlu süt içinde kek şeklindeki bir tatlıydı. Tüm yemek 101.50 euro tuttu. Her kuruşunu hak ettiler.

Mekan; Paco Meralgo adres; C/ Muntaner, 171 08036 Barcelona
Ertesi sabah eşim Emre biraz hasta uyandı, boğazı batıyor gibiydi. Bu yüzden bir eczaneye uğrayıp tantum benzeri bir ürün sorduk, ama kadında ingilizce yok bizde ispanyolca yok. Antiseptik dedik boğazımızı gösterdik, kadın durdu “haaa antiseptiko” dedi ve boğazını göstererek yutkununca anlaşmayı başardık.


Günün devamında marketlerin marketi La Boqueria’ya uğradık. Renk renk tezgahların arasında dolandıktan sonra önce hazır meyve salatalarından aldık, sonra egzotik meyve satan tezgahlardan, liçi, dragon fruit, passion fruit vb alıp yakınlardaki bir parkta lüplettik.


Günün devamında deniz kıyısındaki alışveriş merkezine uğradık. Eşim ve ben kahve içip dinlenirken Saygın ve Sümeyra biraz alışveriş yaptı.


Bu sırada öğlen yemeği için sandviççiye akşam da meşhur tapasçı Quimet&Quimet’e gideriz diye düşünmüştüm ama notlarıma bakarken tapasçının cumartesi 4’e kadar açık olduğunu görünce öğlen için dümeni buraya çevirdik.

Buradaki tapasları da genel olarak beğendik ama hem mekanın kalabalık olması hem de sıcağın etkisi ve ayakta yemek zorunda olduğumuz için istediğimiz keyfi alamadık.
Buradaki favorimiz karidesli tapas oldu (fotoda gördüğünüz).
Ben peynirli somonlu ballı tapas’ı da beğendim.

Deniz kestaneli bir tapas da denedim ama tadını çok ayıramadım.

Bir de burada meşhur olduğu için vermut içtik ama çok tatlı geldi hoşumuza gitmedi. Sonrasında buğday birasına geçtik. 🙂

Yemek sonrası Casa Mila ve Casa Batllo’yu gördük.

Akşam yemeği için La Pepita’yı tercih ettik. Yemekler güzel olsa da Paco Meralgo’yu geçemedi. Ama yine de öneririz. Rezervasyonsuz zor yer bulunuyor aklınızda olsun. Ana yemekleri fotoğraflamayı unutmuşum !!


Buradan çıkışta son gecemizi bira ile noktalayalım diyerek hemen yan sokaktaki La Cervesera Artesana isimli butik bira mekanına geçtik. Diğerleri mekanın biralarından içerken ben Kwak içmeyi tercih ettim.
Genel olarak memnun olduğumuz bir tatildi. Güzel yemek seçimleri yaptık diyebiliriz. Belki daha az şehir ziyaret etsek daha da verimli gezebilirdik. Umarım bir kez daha bu güzel yerleri görme şansımız olur.
Zaragoza, Madrid ve Valencia
İspanya’daki kiralık arabamız Bmw X1 oldu. Fransa’daki Toyota Corolla Verso’dan sonra bize çok küçük geldi. İki büyük valiz iki de sırt çantasını bagaja zor sıkıştırdık. Diğer iki sırt çantasını da arkaya yanımıza alınca arka koltukta biraz sıkıştık. Planımız Barselona’dan başlayıp öğlen Zaragoza’da mola verip akşamına ise Madrid’e varmaktı. Kahvaltımızı benzin istasyonunun marketinden aldıklarımızla istasyonun bahçesinde yaptık.
Fransa’da yaşadığımız fahiş ücretli otoyollarla burada da karşılaştık. 150 km için 25 euro yol parası verdik!!!!

11.30 civarı Zaragoza’ya vardık. Etkileyici bir meydanda turist infoyu bulup restoran sorduk. Kız bize tapas yemek istiyorsak Tubo’ya gitmemiz gerektiğini söyledi. Tubo’yu bulmak için çokça dolandık, sorduğumuz insanların çoğu dil bilmediğinden biraz sıkıntı çektik.

En sonunda tabelasında tubo yazan bir mekanın bulunduğu bir sokağın başına geldik. Biraz ilerledik ve yine bir mekanda tubo yazdığını gördük. Kendi aramızda muhabbet edip duruma anlam vermeye çalışırken arkadan, “Pardon, Türk müsünüz?” diyen bir ses geldi. Türk çiftle sohbetimiz sonunda Tubo’nun bir restoran olmadığını bir sokak adı olduğunu (Asmalımescit gibi) öğrendik.

Tahminim gece bu sokak çok keyifli oluyordur. Bir tapasçıdan diğerine yiye yiye gezmek harika olurdu. Tanıştığımız çift önceden hazırlanmış ve nerelerde hangi tapası yiyeceklerini bile belirlemişlerdi. Ben daha çok Madrid ve Barselona’ya hazırlıklıydım diyebilirim. Onların yönlendirmesi ile Bodegas Almau isimli tapasçıya girdik.

İspanya’da işaret dili ile konuşmaya hazır olun, birçok mekanda ingilizce konuşan birileri olmuyor. Göstererek istemekten utanmayın, sayıları da bir süre sonra çözünce hesapta da sorun olmuyor. Çift bu mekanın kaz ciğeri konusunda iyi olduğunu söyleyince Saygıncım vak vak sesleri çıkarıp karnını göstererek kaz ciğerini tarif etti ama sanırım o gün kalmamıştı. 🙂 Fotoğrafta göreceğiniz üzere Ambar isimli fıçı birayı tercih ettik. Kırmızılı ekmek acılı ton balığı ezmesi gibi bir şey bayağı başarılıydı. Beyaz olanlar peynir üzeri domates reçeli gibi bir şey, tuzlanmış balık üzeri çikolata ve ekmek üstü peynir aldık. Genel olarak hoşumuza gitti ama en beğenilen ton balığı oldu. Biraz daha etrafta takıldıktan sonra Madrid’e doğru yola koyulduk.



Bence Zaragoza’da daha gezilecek çok yer var bir gün rahatlıkla ayrılabilir. Dediğim gibi El Tubo’yu gece gezmeyi isterdim doğrusu. Ana meydanda müthiş etkileyici bir katedral var. Vatikan’dakinden sonra hepsi biraz küçük gelse de bu katedrali de beğendik.
Akşam saat 6.30 civarı navigasyonun yardımı ile Madrid’te kalacağımız evi bulduk. Bu tatilimizde ilk defa airbnb’yi kullandık. Her iki yerden de memnun kaldık büyük ihtimalle airbnb’yi sonraki dönemlerde de kullanacağız.

Evin önünden ev sahibini aradık, bize içeri girip 1. kata çıkmamızı bizi birinin karşılayacağını söyledi. Sahiden de Paquita isimli bir hanım bizi karşıladı ancak kendisi ingilizce bilmiyordu 🙂 Fakat ne tuhaftır ki işaret dili ile birçok şeyi anlatmayı başarıyordu.
Sonunda Madrid’e geldiğimize göre hazırladığım yapılacaklar listemizi ortaya çıkardım. O akşamki ilk yemek durağımız kalamarlı sandviç yapılan La Ideal’di. İlk önce evimize 15 dk olan Plaza Mayor’a yürüdük orada takıldıktan sonra Ideal’i aramaya başladık, bayağı bir dolandık polise bile sorduk polis bize kendi favori tapas restoranını tarif etti. Hadi adama ayıp olmasın gösterdiği yönde yürüyelim derken Sümeyra işte burası diye gösterdi. Plaza Mayor’un burnunun dibindeymiş meğerse. Ancak mekan kapalıydı. İtalya’daki kapalı restoran laneti burada da peşimi bırakmıyor mu acaba diye düşündüm.

Açlık düzeyi gittikçe arttığı için Ideal’in hemen yanındaki La Campana’ya girdik. Sanırım Kızılkayalar yerine Bambi’ye girmek gibi bir şey bu 🙂 (Adres: Calle de Botoneras, 6)

Emre bakkaldan, seyahatin ileriki zamanlarda Maho ağanın birası olarak tanımlayacağımız Mahou isimli biradan kapıp geldi, biz de sandviçleri aldık Plaza Mayor’un ortasında lüplettik. Açıkçası tadı güzeldi ancak ekmek ve kalamar bizi bayağı bir tıkadı. Acaba iyi ki de tıkamış mı diye kendime sormadan edemiyorum yoksa sonrasında uğradığımız San Miguel marketten tüm kredi kartlarının limitini doldurup çıkabilirdik.

Madrid için ikinci olmazsa olmaz hedefim karides yapan bir mekandı. o mekanı bulsak mı acaba diyerek gezerken yolumuz San Miguel marketin önüne düştü. Gençlere “Barcelona’da bunun Allah’ını görücez ama buna da bir bakalım neler varmış.” dedim.

İçeriği girdiğimizde müthiş bir festival havası bizi bekliyordu, üstelik hafta içi akşam olmasına rağmen! Burası devasa bir restoran gibiydi. Renkli renkli tezgahlarda her şey vardı.


Burgercisi, hemen orada istediğinizi pişiren balıkçısı, hazır italyan yemekçisi, paellacısı, wafflecısı, kahvecisi ve aklıma gelmeyen başka bir sürü tezgah…
Fotoğraflarda yüzümüzdeki gevşek gülümsemelerden ne kadar mutlu olduğumuzu anlayabilirsiniz.
Burada ilk defa istiridyenin tadına baktık. Daniel Sorlut’tu tezgahın adı. 6 tanesi 9,80 euro. Biz birer taneyi zor yutarken Saygıncım 3 tane birden yedi ve çok beğendi.


Ben şahsen çok sevmedim, evet deniz gibi kokuyordu ama ağzımda bıraktığı o yumuşak yıvışık his beni tiksindirdi. Gerçekten kaliteli bir yerde mi yedik bilmiyorum ama sonunda tadına bakmış olmak bile bir şans.

Bu arada istiridyecide çalışan elmanın adı Tarık’tı. Ortadoğuluymuş ama hangi memleketten olduğunu hatırlamıyorum. Biraz sohbet ettik Tayyip muhabbeti yaptık.
İstirdyecinin hemen sağında bar tezgahı tarzında yapılmış yerden birkaç kez cava (köpüklü beyaz şarap) ve beyaz şarap aldık. Sıcak havada ferahlatıcı geliyor bence o yüzden tapasların yanında bol bol cava içiliyor. Marketin bir başka güzelliği de bir tezgahtan aldığınız şeyle etrafta rahat rahat gezebilmeniz. Biz elimizde şarapla tüm marketi gezdik.

Bir ara içeride oturacak yer bulamayınca dışarıdaki merdivenlerde içkimiz elimizde oturup sohbet ettik meğerse burada içkiyi dışarı çıkarmak yasakmış, amcanın biri geldi bizi İspanyolca uyardı. Ne dediğini anlamadık tabii ama ben 5 dakika önce kapıdaki uyarı yazısını fark etmiş olduğum için amcanın bize ne demek istediğini tahmin ettik. 🙂

Ertesi sabah Toledo’ya doğru yolu çıktık. Toledo Unesco Dünya mirası listesinde yer alan bir şehir.

Etrafından kıvrılarak bir nehir geçen bir tepenin üzerine kurulmuş. Sokaklarında gezerken Ortaçağ havasını hissedebiliyorsunuz. Grasse’da da o eskilik vardı ama ara sokakları rutubet ve küf kokuyordu.

Yaklaşık 1 saatlik bir yolculukla ulaşabiliyorsunuz. Biz kahvaltı etmeden yola çıktığımız için Toledo’nun girişindeki Lidl’a (Avrupa’nın BİM’i) uğrayıp aldıklarımızla kendimize sandviç hazırladık.


Burası kılıçları ve badem ezmesi ile meşhur. Geç kahvaltı ettiğimizden orada yemek yemedik ama badem ezmelerinin tadına baktık, başarılı bulduk.

Sokaklarda kaybola kaybola şehri gezdik. Hava çok sıcak olduğu için bol bol mola verdik.

Akşam 6 gibi Madrid’e dönmek için yollara düştük.


Gece 8 buçuk gibi karidesçiye gitme amacıyla dışarı çıktık. Mekanın adı La Casa del Abuelo ( Calle de la Victoria, 12). Mekanın bulunduğu sokaktan birkaç dükkan önce kapalı bir dükkanın üstünde kocaman el abuelo yazdığını görünce yine yüreğime indi ancak Saygıncım adrese göre daha ileride olması lazım diyip üstüne de mekanı bulunca sevinçten havalar uçtum 🙂
Burada yediğim karideslerin lezzetini nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum. Şimdiye kadar yediğiniz karidesleri bir kenara bırakın, hele Türkiye’dekileri saymayın bile! Bu mekan ispanyol iç savaşından önce diğer tapasçılar gibi sandviç servis ediyormuş ama savaşla birlikte ekmek için un azalınca karidesi menülerine eklemişler. Çok da iyi etmişler.

İlki ızgara karides; bizim grupta yediklerimiz arasında 3. sıraya konulsa da inanılmaz lezzetliydi. Izgara karides ve sadece deniz tuzu!

İkincisi; karides kroket gibi olan “croquetas de gambas” Dışı inanılmaz çıtır içi ise yumuşacık, gram yağ çekmemiş mükemmel bir lezzet.


Üçüncüsü ve küçük grubumuzun favorisi ise karides güveç oldu. Saf zeytinyağı içinde acı kırmızı biber ve özel sarımsak sosu karışımı.

4 kişi 2 kroket, 2 güveç, 1 de ızgara karides yedik. Birer bardak da beyaz house wine içtik. O gece çok doymuştuk ama şimdi keşke diğer çeşitlerden de deneseydik diyorum. Hepsi 65 euro tuttu. Türkiye’de bir güveç içinde pul biber ve azcık sarımsakla yakılmış 2 kaşık çimçim karidese 25 tl fiyat çakarlarken bu fiyata böyle lezzetli karides yemek kolay rastlanılan bir şey değil.
Yemek zevkinden sarhoş bir şekilde birçok tapasçının bulunduğu sokağın yolunu tuttuk. (Calle de Cava Baja) Burada da not kağıtlarımı çıkarıp sırayla yazanlara uğradık. Bazıları çok kalabalıktı bazıları hem kalabalık hem de bize göre fazla elitti.
En başta soldaki tapasçıya girdik. Dişi John Lennon olarak tabir ettiğimiz şirin bir garson ilgilendi bizimle. Portakallı kurutulmuş ördek ve birkaç şey daha yedik ama isimlerini not almayı atlamışım. Genel olarak güzeldi ama karidesleri tabii ki geçemedi.
Ertesi sabah 10 gibi yola çıkmaya karar verip uyuduk. Ancak sabah kalktığımızda bizi çok kötü bir sürpriz bekliyordu. Arabamız park ettiğimiz yerden çekilmişti! Buraya aşağıdaki videoyu koymak ve şöyle demek istiyorum:
Emrecim araba komple yok!
Sümeyra ile ben evde oturduk eşlerimiz ise arabanın peşine düştü. Saat 11 gibi Paquita geldi ve ona google translate’e yazdığım şeyleri okuyarak durumumuzu anlattım. Sağolsun eşlerimiz gelene kadar evde beklememizde bir sıkıntı olmadığını söyledi. Emreler saat 12.30 gibi arabayı alarak dönebildiler. Arabayı bulabilmek için Madrid’i bir baştan bir başa dolanmışlar, bulduklarında da 150 euro vermek durumunda kalmışlar. Siz siz olun park konusunda çok dikkatli olun adamların acıması yok valla. 🙂

Valensiya’ya varmamız 3 saatten fazla sürdü. Kaldığımız yer şehir merkezindeydi ama ara sokaklar dar olduğu ve bazı yerlere araba girişi olmadığı için mekanı bulmakta zorlandık. Blue Moon pansiyon (Portal del Valldigna, 8, valencia) bizdeki apart oteller gibi. 4 kişi 2 odalı bir evde gecelik 72 euroya kaldık. Evde her imkan vardı ama ne yazık ki biraz kapalı kalınca tuvaletten koku geliyordu. Bir gece kaldığımızdan çok sorun etmedik.

Vardıktan sonra karnımızı açık markette doyururuz diye düşündük ama vardığımızda kapalı olduğunu gördük. Polise sorduğumuzda sadece öğlen 12’ye kadar açık olduğunu söyledi. Biz de marketin karşısındaki bir pastanede sandviç yiyip portakal suyu içtik. Valensiya portakalıyla meşhur muhakkak portakal suyu için derim. Yemek sonrasında odamıza dönüp dinlendik.

Gece paella yemek amacıyla dışarı çıktık. Tramvaya binip sahile indik.


İnanılmaz uzun ve geniş bir kumsalı var buranın. Deniz nasıl bilmiyorum, girme fırsatımız olmadı :(( Paella Valencia’da doğmuş, bu yüzden buradan yemeden gitmeyelim dedik.

Yine araştırmalarım sonucunda L’Estimat’ın iyi olduğunu öğrendim. Kısa bir arayıştan sonra restoranı bulduk, biraz üst sınıf bir balık lokantasına benziyordu. Paella neredeyse her yerde 2 kişilik hazırlanıyor. Tek kişilik yok ne yazık ki. Biz bir deniz ürünlü, bir de tavuklu-tavşanlı olandan sipariş ettik.
Yarım saat sonra tabaklara servis edilmiş olarak geldi. Ama o da ne tavuklu tavşanlının içinde salyangozlar var! Efendim paella eskiden gariban yemeğiymiş, elde yenecek et ne varsa konuyormuş, salyangozlar da bundan nasibini almış. Paellayı yedik ama salyangozu yiyemedik… Paella’yı çok büyük beklentilerle söyledik ama bizim için hayal kırıklığı oldu. Hatta deniz ürünlü olanı daha çok beğeneceğimi düşünüyordum ama tavuklu olan daha güzeldi. Yanlış mekan seçimim hepimizi yormuştu.

Dönüşümüz gece 12’yi geçtiği için tramvaya binemedik o yüzden taksi çevirdik. 4 kişi 12 euro verdik. Taksimetre sistemi bizdekinden değişik. 6 euro’dan açıldı ama belli bir mesafe gidene kadar tutar değişmedi, bir yerden sonra artmaya başladı. 🙂 Taksici 12-14 civarı tutar dedi binmeden önce, dürüst adammış 13 euro gibi bir şey tuttu.

Ertesi sabah erken kalkıp markete (Mercado Central) gittik. Peynir ekmek meyve aldık. Burada da inanılmaz bir deniz ürünü, sebze, meyve ve peynir çeşitliliği vardı.

Zaragoza’da karşılaştığımız çiftle burada da karşılaştık. Beyefendinin adı Aykutmuş, telefonlarımızı verdik. 🙂 Onlar da bizim gibi Madrid’te San Miguel markete bayılmışlar. Ayrıca yol paralarından şikayet ettiler bizim gibi. 🙂 Eğer burayı okursanız yorum yapın Aykut Bey.

Marketten çıkmadan önce İspanya’da meşhur olan horchata (horçata diye okunuyor)’dan içtik. Tadı kek hamurunu anımsattı bize, soğuk servis edildiğinden ferahlatıcı, ağızda tozlumsu pürtüklü bir his bırakıyor. Eğer anneniz kek yaparken çanağı yaladıysanız tam size göre.

Valensiya gezide en az gezebildiğimiz yer oldu, kısıtlı zamanda çok şey görmeye çalışmanın ve arabayı çektirmenin yan etkisi de böyle oluyor.

Saat 11.30 civarı Barselona’ya dönmek için hareket ettik.